Engin Altan Düzyatan ile bundan dört yıl önce Diyarbakır'da bir oyun sahneye koyduğu sırada yapmıştım ilk röportajımı... Bizi son derece misafirperver biçimde ağırlamış, hayatında yaşadığı dönüşümlerin sinyallerini vermti. O günden beri hayatında birçok taş yerine oturdu. Önce evlendi, ardından izlenme rekorları kıran Diriliş Ertuğrul dizisinde tarihin en önemli karakterlerinden birini, Ertuğrul'u canlandırmaya başladı. Ve baba oldu... Tüm bunların hayatının olgunluk dönemine denk geldiğini söyleyen oyuncu, "Herkes 35 yaşın çok kıymetli olduğunu söylüyordu, gerçekten öyleymiş" diyor.

- 36 yaşındasınız. Hayatınızda bir değişim dönüşüm, olgunlaşma yaşıyor musunuz?
- Elbette. Diriliş Ertuğrul'un da bir şansı ve uğuru var o anlamda. 35 yaşımda geldi bu iş. Her yaşınızda oynadığınız şey size o yaşa dair bir şey öğretir. 35 yaşımdaydım ve uzun süredir Engin Altan'dım. Bu benim ilk olgunluk dönemim. Oyuncu ağabeylerimle konuştuğum zaman hepsinin söylediği şu: "35'ler güzeldir. Ama erkeğin ilk olgunluk yıllarıdır. 40 bambaşka bir şeydir. 45 bambaşkadır. Ama 50'yi yaşarsan tadından yenmez." O zaman yaptığın oyunculuğun tadı bambaşka oluyormuş. Ben ilk olgunluğu yaşıyorum.

- Siz iyi yaş alan bir adamsınız. Şanslı buluyor musunuz kendinizi?
- Yıllar bana yarıyor. Yaşlandıkça kendimi daha çok seviyorum.

- Hayattan keyif aldığınız şeyler de değişti mi?
- Eğlence ve hayattan zevk alma şeklim değişti. Eskiden bir yere gidip saatlerce ayakta durabilme ve yüksek sesli müzik dinleyebilme sabrım vardı. Ve bundan çok keyif alıyordum. Şimdi masa başı sohbetten zevk alıyorum. Küçük bir teknem var, balığa çıkıyorum onunla. Yurtdışına gidip 
 gün yatmaktan keyif alıyorum. Ama hâlâ eğleniyorum, sıkıcı olmadım (gülüyor).

- Babalık ağır bir sorumluluk yükler insana. Önce kendi babanızla ilişkinizi soracağım...
- Evin en küçük oğluyum. Benden büyük bir abim ve ablam var. Abimle aramda 17 yaş var. En küçük olduğum için şanslıydım. Babamın da tatlı zamanlarına denk geldim çünkü o da yaş almıştı ben doğduğumda. Çok güzel bir ilişkimiz oldu. Entelektüel bir adamdır. Sürekli kitap okurdu, pipo içerdi. Bir vakfın başındaydı ve ilkokul sondan itibaren her ay bir sergiye giderdik. Resmin içinde, kitabın içinde büyüdüm.

- Keyifli bir aile ortamı canlandı gözümde...
- Belki de bu yüzden sanatçı oldum. Aile adamıdır babam. Bizde yemekler aynı saatte yenirdi. Üniversitede okuyordum, akşam yemeğini evde yer öyle çıkardım dışarı. Çocukluğumuzda çiftliğe gidilir, büyükannelerle birlikte olunurdu. Benim daha iyi bir baba olmam gerekiyor. Her evlat babayı geçmelidir ki, sistem ilerlesin, daha iyi bir yere gitsin. Oğlum daha aydınlık, daha vizyoner olsun isterim.

- Doğuma girdiniz mi?
- Çok keyif alarak girdim. Bunun tarifi yok ki, kelimelerle anlatılacak bir şey değil. Aynı anı oyna deseniz, oynayamam.

- Ağladınız mı?
- Gözyaşınızın akmaması mümkün değil. Duygusal bir adamım ama ağlak değilimdir, kontrollüyümdür. Ama böyle bir şeyi kontrol etmeniz mümkün değil. Gözyaşları akıyor zaten... Bir şey var orada, ikinizden dünyaya geldi ve size muhtaç. Her şeyden ayrılabilirsiniz ama ondan asla.

- Eve koşarak gidiyorsunuzdur sanırım...
- Elbette koşarak gidiyorum. Merdivenleri üçer beşer çıkıyorum. Biz çok gezen bir çifttik. Akşam saat onda iki gün setimin olmadığını öğrenip gece birde bir yerlere giderdik. Bu kadar gezmeyi sevince korkuyorduk açıkçası. Bebek, ev, bizim durumumuz ne olacak, alışabilecek miyiz soruları vardı kafamızda... Şimdi gezmek aklımızın ucuna bile gelmiyor. Onun olduğu yere gidelim yeter. Benim için dünyada 
'in odasından daha keyifli ve görmek istediğim bir yer yok şu anda. Japonya'yı çok merak ediyorum ama şu an bir teklif gelse "Emir gelecek mi?" diye sorarım. Çok güzel hisler gerçekten.

- Kendi aileniz çok önemli bir örnek olabilir mi sizin için?

- 50. evlilik yıldönümlerini kutluyorlar bu yıl. İnsan güzel bir örnekle büyümüşse onu arıyor.

- Eşiniz nasıl bir anne oldu?
- Neslişah'ın da kodlarında anne olmak varmış. Çok ilgili bir anne. Baba olduktan ve Neslişah'ı evde gördükten sonra bir kez daha annelerin ne kadar değerli olduklarını anladım. Ne kadar büyük bir emek... Neslişah'ın bir günü bir buçuk saatlik uykularla kapattığını biliyorum. Bir kere "Ahhh" demedi. Çok şanslıyım o konuda. Eşim böyle olmayabilirdi, zorlanabilirdi, kendine düşkün olabilirdi. Sonuçta Neslişah da sosyal hayatı olan bir kızdı. O sosyal hayatı her anne bırakmak istemiyor, bırakmayan da çok anne görüyorum çevremde. Çok şükür çok şanslıyım eşim konusunda.

- Emir Aras bebeğinizin ismi. Nasıl seçtiniz?
- İsim seçerken harflerin enerjisine inanırım, sipiritüel şeyler de okumuştum... Benim de iki ismim var. Altan dışardan sizin gördüğünüz ismimdir, Engin de kendi başına olmayı sevdiğim, kitap okumayı sevdiğim gizli tarafımdır aslında. İsimlerin insanları taşıdıklarını düşünürüm. Bununla ilgili birine de danıştık. Ebced hesapları da vardır bilirsiniz... Emir'e alternatif olarak Aras'ı bulduk. Oğlum da benim gibi EAD oldu. Ama Emir diye hitap ediyoruz.

- 10 yıl sonrasını hayal etseniz ve bir mutluluk karesi tasvir etseniz bana. Bu karede neler olur?

- Daha kalabalık bir aile olmuşuz. Bir de kızım olmuş, ne müthiş... Kalabalık aile seviyorum ve çok şanslıyım eşimle ve çocuğumla. Çocukların bir şeyde başarılı olduğunu görmek de şahane olur. Snowboard ya da yüzme şampiyonu olsun mesela.

ESKİDEN KADINLAR ÇOK DAHA GÜÇLÜ VE SÖZ SAHİBİYMİŞ

- Yüzyıllar öncesine gidip çok güçlü bir karakteri canlandırıyorsunuz. Erkeğin evrimini de gözlemleme şansınız oldu mu? 
- İnsanoğlu şehirleştikçe erkeğin evrimi de ona göre şekilleniyor. Fiziksel bir koruyup kollama halinden uzaklaşıyor erkek. Ekstrem bir durum olmadıkça hiç birimiz sokakta bir kavgaya girmiyoruz. Girsek de çok az oluyor. O zamanlar öldürmek çok doğal bir şey. Yemek yemek kadar doğal. Sadece öldürmenin sınırları var. Öldürmek ahlak çerçevesi sınırlarında. Düşmanınız olması gerekiyor ve canınıza kast etmiş olmalı. Hatta bu bir haysiyet meselesi. Konumlandırma açısından daha savaşçılar ve vahşi bir his içlerinde duruyor. Bu kıyafeti giyip sete geldiğimde benim de içime bu his giriyor. Onun damarlarımda olduğunu hissediyorum. Savaş sahneleri çekerken hepimizin gözleri bambaşka bakmaya başlıyor. Bir kere insanoğlunun birini öldürebilir olduğunu gördüm. Şehir, toplum bunu duygu olarak çok bastırmış. O dönemde güç; öldürebilme gücü. Bunun dışında erkek hâlâ aynı evriminde. Evimizi, ailemizi, alanımızı başka türlü korumaya çalışıyoruz.

- Kadının durumu peki? 
- Dizideki Haymana karakteriyle kadının ne kadar güçlü, ön planda, eşit seviyelerde olduğunu görüyoruz. Oysa şimdi ne yazık ki o kadar güçlü ve eşit değil. Dünya erkek hegemonyası altına girmiş durumda. Kadınların söz sahibi olduğu bir dünya çok daha keyifli olurdu. Bizim görmediğimiz birçok şeyi görüp, farklı tepkiler veriyorlar. Ve verdikleri tepkiler çok daha doğal ve akılcı.

- Kadının gücünü elinden mi almışız zaman içinde? 
- Aslında kadın bizim üstümüzden çok yük alıyormuş. Yükü nedense erkekler olarak kendi üstümüze almak istemişiz. Eşit olunduğunda hem erkeklerin üzerinden yük kalkıyor hem de düzen sistemli bir hale geliyor. Erkekler üçüncü dördüncü hamleyi hesaplayarak yaşayan varlıklar değiller. Kadınlar 25 hamleyi hesaplarlar. O yüzden bir kadının elinin değdiği şey anlaşılır çünkü o planlar ve bir hikaye kurar. Kadının elinden yüzyıllar önce gücünü almasaydık daha güzel bir dünyada yaşıyor olurduk.

TÜRKİYE'DE DE BU İŞ YAPILABİLİYORMUŞ

- Dış çekimlerin çok fazla olduğu bir dizi çekiyorsunuz. Yorucu olmalı...

- Bu mevsimde çok güzel oluyor ama hava şartları kışın bizi zorluyor. Hava nasılsa onu yaşıyoruz. Ama dizinin özelliklerinden biri de bu, bir kapalı mekan dizisi değil Ertuğrul. Toprak dizisi, tamamen toprakta geçiyor. Biz de bu obanın içindeyiz. Kışın sıkıntı yaşanıyor, aşırı yağmurda ve karda çekemiyoruz.

- İki yıldır obada yaşıyor sayılırsınız. Sizi nasıl değiştirdi bu iş?
- Zaten toprak adamıydım. Doğanın içinde olmayı hep severdim. Yaptığım sporlar da hep doğanın içinde yapılan sporlar. Bu nedenle bu ortamda çekim yapmak benim için çok eğlenceli. Bir oyuncu için çok oyuncaklı bir iş. Mesela kılıcım, yayım, okum ve atım var. Sürekli doğanın içindeyim. Bunlar hep kurtarıcı. Tüm bunlar bu işin ekstra keyifli olmasını sağ- lıyor. Ama ne olursa olsun yorucu bir iş.

- Kostümler, at binme, teknoloji yoksunluğu... Tüm bunlar meşakkatli tarafları sayılır mı?
- Elbette ama ayak uyduruluyor bir şekilde. Bu kostümlerle rahat hareket etmeye, at üstünde yürür gibi davranmaya alıştım. Çünkü bu alıştığımız televizyon dizilerine benzemiyor. Bazı dizilerde oyuncular tip bile değiştirme ihtiyacı hissetmiyorlar. Bu dizi için saçım sakalım birbirine karışmış durumda. Geçen yıl daha da uzundu sakallarım. O zamanlar gençliğini canlandırıyordum Ertuğrul'un. Şimdi rütbe atlamış, saçı sakalıyla uğraşmayı iyice bırakmış ve beyliğe doğru ilerleyen bir Ertuğrul izliyoruz. Her sezon tipim değişiyor.

- Konu itibariyle nasıl etkiledi sizi?
- İşe başladığımız sezon, o dönem başlayan birçok işten teklif geldi ama bu en iyi senaryoydu. Senaryodan çok etkilenmiştim. O zamanlar tek düşündüğüm, "Bu hayal gerçekleşebilir mi? Yapabilir miyiz?" sorularıydı. Çünkü böyle bir işi kötü yaparsak komik duruma düşebilirdik. İyi yönetmen orada gösteriyor kendini, sağolsun Metin Günay ve görüntü yönetmenimiz bu dünyayı kurabildi ve bizi bu dünyada inandırıcı karakterler haline getirdi. Her şeyden önce beni inandırdı. Türkiye'de bu işin yapılabilir olduğunu gördük. Oyuncu inanınca seyirci de inanıyor zaten. Ben çok inandım Ertuğrul'a, çok etkilendim. Böyle işlerde maddi anlamda güçlü olmak yetmiyor, vizyonun da güçlü olması gerekiyor. Riskliydi ama başardık!

ELİMİN HER YERİ KILIÇ İZLERİYLE DOLU

- Hazırlık süreci bile epey uzunmuş...

- Tabii. Hiçbir işte böyle bir hazırlık süreci olmamıştır. Üç ay ön çalışmamız oldu. Ben süvari tekniğiyle at binen biriydim. 18. Yüzyılda İngilizlerin bindiği stil bu. Bu dizi için bindiğim tekniğin onunla alakası bile yok. Bu Osmanlı tekniği. Adeta atla bütünleşmiş gibi yaşıyorlar. Bunları öğrendim. At üstünde ok atmayı öğrendim. Şu anda dört nala giderken ok atabiliyorum. Öğrenmek zorundaydık. Kılıç eğitimi, oturma kalkma eğitimi, 13. Yüzyılda bir beyin ahaliye nasıl davrandığı eğitimi... Tüm bunlar o kadar ilginç bilgiler ki...

- Reytingleri çok iyi Diriliş Ertuğrul'un... Neden sevildi bu dizi?
- Öğrenmek istiyor insanlar tarihlerini. Hikaye de güzel. Sunduğumuz hikayede Osmanlı'nın köklerini anlatıyoruz. Hiç bilmediğimiz bir tarih, 1200'lü yıllar. Düşünün tarih kitaplarında Ertuğrul Gazi ile ilgili bilgi sadece 10 sayfa. İşin toprakta geçmesi seyirciyi çekti. Köklerimiz topraktan geliyor. Eskiden Türklerin nasıl yaşadığını merak ediyoruz. Gençliğimizde böyle filmler vardı, Cüneyt Arkın'dan, Kartal Tibet'ten izliyorduk bu hikayeleri.

- Toplum bu tür hikayelere özlem mi duyuyordu yani?
- Toplum olarak merak ediyorduk. Güzel, milliyetçi bir tarafımızı da gıdıklıyor bu dizi. Amerikalı kendi tarihini dizi, film yapıyor ve bayrağını herkese izlettiriyor. İngiliz'in, Fransız'ın tarihini biliyoruz. Bu da bizim köklerimiz ve kültürümüz. Biz 1923'te Osmanlı'yı geride bırakıp bir Cumhuriyet kurduk. Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ediyoruz ama köklerimiz Osmanlı. Baktığınız zaman 600 yıllık bir imparatorluktan bahsediyoruz. Dünyayı ayakları altına almış ama bunu ezerek ya da gittiği toplumları sömürerek yapmamış. Yani utanılacak bir tarihimiz yok. Neden hatırlamayı bırakmışız? Övünülecek tarihi olmayan toplumlar bile kendileriyle övünürken üstelik... Kimse tarihini unutamaz. Ne olursa olsun DNA'da kayıtlı bir şeyler var.

- Böyle işte olmak fiziksel olarak da yorucu mu?
- Sürekli sakatlıklarım var. Ne olursa olsun bir atın üstündeyim. Attan çok düşmedim ama ekipte ciddi sakatlıklar oldu. Ellerim nasır tuttu kılıç sallamaktan ve üzengi tutmaktan. Kafama çok kılıç yedim. Enseme darbeler aldım. Elimin her tarafında kılıç izleri var. Elimin kenarından kemik çıkıyor kılıç yüzünden. Bu işin doğasında var. Şikayetçi değilim.